Deniz Güvensoy

Fotoğrafım
Visual Artist and art writer (Artist Actual/Modern)

18 Nisan 2011 Pazartesi



HOLLANDA
İKİ ŞEHİR\İKİ SERGİ
Geçmişin Temsili ve Hafızayı Yeniden İnşası
Deniz Güvensoy / Artist Actual
Ekim 2010 / Amsterdam


“Birşeyi layıkıyla hikaye edebilen insanlara gittikçe daha az rastlıyoruz artık.Birisi hikaye dinlemek istediğini söylediğinde utanıp sıkılanlara ise gittikçe daha çok.Sanki kesinlikle bizim olan, kaybetmeyeceğimizden emin olduğumuz melekelerimizden biri, deneyimlerimizi paylaşma yeteneğimiz elimizden alınmış gibi...

(Birinci) Dünya Savaşı’yla birlikte, o zamandan bu yana hiç kesintiye uğramayan bir süreç kendini göstermeye başlamıştı.Savaş bittiğinde cepheden dönenlerin dilsizleştiğini, başkalarıyla paylaşabilecekleri deneyimler bakımından zenginleşmediklerini, aksine yoksullaşmış olduklarını fark etmemiş miydik? On yıl sonra ortalığı saran savaş kitaplarının, ağızdan ağza aktarılan deneyimle hiçbir ilgisi yoktu. Bu hiç de şaşırtıcı değil. Çünkü deneyim hiçbir zaman, stratejik deneyimin siper savaşı,iktisadi deneyimin enflasyon,bedensel deneyimin mekanik savaş, ahlaki deneyimin iktidar sahipleri tarafından boşa çıkarıldığı bu dönemdeki kadar yalanlanmamıştı.”


Bilmediğimiz bir ülkenin geçmişindeki bir travma bizim için de bir travma mıdır yoksa uzaktan gelen bir hikaye mi?
“Savaş suçu”, “toplumsal travma”, “soykırım”, “sömürgeci”, “göçmen”, “milliyetçilik”, “ayrımcılık”, “etnik çatışma” gibi sözcükler herkes için aynı anlama mı gelir?
Kültürel kimliklerimizve medya tarihin temsilinde nasıl bir rol oynar?

Bu sorular Hollanda’da geçtiğimiz Ekim ayında gerçekleşen iki serginin kesiştikleri yerde duruyor: Rotterdam’daki TENT Güncel Sanat Merkezi’ndeki “Paramaribo Perspectives” sergisi ve Amsterdam, Smart Project Space’teki Stefanos Tvisopoulos’un kişisel projesi “The Real The Story The Story Teller”.

Eski bir Hollanda kolonisi olan Surinam’dan gelen sanatçılarla Hollandalı sanatçılardan oluşan Paramaribo Perspectives isimli sergi; Paramaribo ve Rotterdam arasında gerçekleşen kısa süreli değişim programının sonucu olarak gerçekleştirilmiş.İki ülke arasında değişen sosyal,politik ve kültürel ilişkilerin post kolonyal dünyada sanata yansımasını amaçlayan sergi; hikaye anlatıcılığının enformasyona dayalı kurguyla yer değiştirdiği günümüzde sanatçıların kendi kültürel geçmişlerinden bahsetme yollarını araştırıyor.

Sanatçıların işlerinde bir deneyim aktarma yolu olarak belgesel gözlemciliği ve kişiseleylemleri içinde bulunulan mekanla ilişkilendirmeyi,(Jeroen Jongeleen’ın Paramaribo sokaklarındaki duvarları kamu sanatı ve Hollanda koloni tarihi hakkındaki düşünceleriyle donatmasıve de Bas Princen’in Surinam’daki bir altın madeninde doğanın vahşice kıyımını gösteren fotoğrafları) ya da kişisel bellek ve toplumsal belleğin temsilini görüyoruz.(Dhiradj Ramsamoedj’in anneannesinin evinin bir odasında bulunan aliminyum kulplu bardakları sergilemesi ya da Neil Fortune’un kendine özgü ‘Kişisel Sanat Tarihi’ ni oluşturma amaçlı ürettiği seri resimleri kişisel belleğe, Kurt Nahar ve Ravi Rajcoomar’ın işleri de kollektif belleğin temsiline örnek olarak gösterilebilir)

Hatıranın ya da tarihin temsili; yaşanmış olan gerçeğin başka birşeye dönüşmesi sorunsalını içerir. Ve eğer bu hatıra uzak olduğumuz bir kültüre aitse geçmişe sadık kalmakdaha da zorlaşır. Medyanın steril dili bir savaş fotoğrafında ya da terör haberinde soğuk ve anlamsız bir kalıplaşmaya doğru gider.
Oysa Kurt Nahar’ın çalışmalarında konu olarak işlediği “1982 Aralık Cinayetleri” nin ne olduğu hakkında hiçbir fikrimiz olmasa bilehazırladığı enstalasyonu gördüğümüzde bilinç altına atılarak unutulmak istenen şiddet dolu bir anının tedirgin edici hissiyatınıalgılayabilir ve de bu hissin kendi toplumsal belleğimizdeki karşılığını (1980 darbesinin yol açtığı psikolojik etkiler) kolayca bulabiliriz.
Aynı empati duygusunuGeorge Struikelblok’un Surinam’lı yetimlerin umutlarını, korkularını ve hayallerini aynalara yazdığı enstalasyonunda ya da Ravi Rajcoomar’ın tersten asılmış siluetlerinde de görebiliriz.

Bu sanatçılar; kendilerinden yola çıkarak tanık olmadığımız uzaktaki bir geçmişin hikaye anlatıcıları olurlar. Sahip olunan gerçekle aramızdaki tek bağ tek aracı onlardır. Oysa artık tarihin temsilini üstlenen medya adını verdiğimiz başka bir aracı var ve Stefanos Tvisopoulos’un The Real The Story The Storyteller sergisinde gördüğümüz gibi kültürel kimliklerimizi, aidiyet duygumuzu hatta geçmişte yaşanan acıları bile yeniden şekillendirip bizleri inandıracak kadar güçlü bir aracı bu.

“Her yeni günle birlikte yerküreyle ilgili haberler alıyoruz ama artık dikkate değer hikayelerimiz pek yok. Bu böyle çünkü artık bütün olaylar bize hazır bir açıklamayla ulaşıyor.Başka bir deyişle günümüzde olup bitenler hikaye anlatıcılığının değil enformasyonun işine yarıyor.Aslında hikayeyi açıklama katmadan anlatabilmek anlatma sanatının yarısı eder.” Benjamin’in 1936’da yazdığı bu sözler, Tvisopoulos’un çalışmalarının odak noktasını açıklamak için oldukça uygun düşüyor. Stefanos Tsivoupoulos; kişisel ve kollektif belleği oluşturmakta anlatıcılığın rolünü kalın çizgilerle belirterek kurguyla gerçek arasındaki ince çizgide oynuyor. Kimi zaman gerçeğin yeniden üretimiyle kurgu ve gerçeği karşılaştırırken (burada hangi gerçek sorusunu soruyoruz çünkü aslında “gerçeğin yeniden üretimi” olası değil, yapılabilen tek şey “gerçeğin temsilinin yeniden üretimi” olabilir) kimi zaman da olan biteni aktarmakta olan aracıların (bir televizyon programı ya da belgesel montaj stüdyosu gibi) hazırlanış sürecini aktararak “anlatıcıları anlatan” çok katmanlı işlerle hipergerçekliği sorguluyor.

Smart Project Space’teki “The Real The Story The Story teller” sergisindeki “Untitled Remake” isimli işinde Yunan televizyonun kuruluş dönemi olan 1960’lı yıllara geri gidiyoruz. Video; Yunanistan’da cunta yönetiminin hakim olduğu 1967-1973 yıllarına ait arşiv görüntüleriyle sanatçının inşa ettiği60’lı yılların tarzını yansıtan ve döneme ait orjinal teknik ekipmanların da bulunduğu bir televizyon setinde geçiyor. Siyah beyaz milli geçit törenlerine ait görüntülerde militarizmi, Yunanlılık duygusunu öne çıkaran baskın ideolojiverilirken televizyon stüdyosunda bu görüntülerin seyirciye aktarımının öncesine şahit oluyoruz. Uzun uzun makyaj yaparak hazırlanan televizyon sunucuları ve film yönetmeni edasındaki kameraman;gerçekliğin aracılarından öte prova odasında biraz sonra sahneleyecekleri oyuna hazırlanan tiyatro oyuncularını çağrıştırıyorlar.

Hatta yeniden oluşturulan film stüdyosu sanki yeni kurulmuş Yunan devlet televizyonu değil de 60’lara ait bir Amerikan aksiyon filminin televizyon setinde geçen sahnesindeymişiz hissini yaratıyor. Videoda hem orjinal görüntülerin hem de o döneme aitmiş gibi hazırlanan görüntülerin kullanılması sanatçının işlerinde sıklıkla görünen çok zamanlılık özelliğini yaratıyor.

İkinci video “Plato’s Cave” de ilki gibi medyanın mutfağını bize aktarıyor. Medya burada da rolünü değiştirerek gösteren değil gösterilen olmaya başlıyor. Burada işin teknik yönüne yapılan bir vurgu var, 1940’larda Alman Propaganda Bakanlığına ait bir post prodüksiyon stüdyosunun arşiv fotoğraflarına bakılarak yeniden inşa edilmesiyle oluşturulmuş mekanda geçen videoda önce eski model belgesel ekipmanlarının kullanımına -orjinal bir Arriflex 1502,savaş muhabirliğinin anlatım dilini tamamen değiştiren ilk profesyonel el kamerası- rastlıyoruz. Bir savaş muhabirininçektiği görüntüleri stüdyoda montajlamasını gösteren video iki bölümden oluşuyor. İlki 1940’larda geçerken ikincisi aynı senaryoyla günümüzde geçiyor. Belki de dijital kaydın keşfiyle temsilde ikinci dönüm noktasının da günümüz olduğuna işaret ediyor. Platon’un Mağarası ismi de hiçbirimizin bilemediği gerçeklik idealinin gölgelerini sinemanın yarattığı illüzyon duygusuyla karşılaştıran uygun bir metafor olarak yapıta ekleniyor.

Interview isimli videoda ise bir BBC muhabirinin Sırp savaş gazisiyle yaptığı röportajın önce orjinalini sonra da orjinalinden yola çıkarak hazırlanıp aynı mekanda bir film yönetmeninin yorumuyla oyuncularla çekilen kurgu versiyonunu izliyoruz. Tsivoupoulos burada da mekan seçimine özen göstererek sırasıyla zengin kesime ait bir ev, müze, kumarhane ve film seti olarak kullanılan Legacy Colakovic isimli modernist binada çekimi gerçekleştirip ülkenin geçirdiği sosyo-politik değişimleri de vurgulamayı ihmal etmiyor.
Kurgunun temsile kattığı kodlamalar açısından yaklaşıldığında iş anlamını kazanıyor. Tsivouloupos’un bulduğu film yönetmeni senaryoya iki kişi daha katıyor, bir kameraman ve çekici bir tercüman kadın. Sırp asker ise daha iri yapılı, daha agresif ve sert mizaçlı bir görüntü çiziyor. Böylece kurgu basın dilinin içine yedirilerek “nasıl olması gerektiğinin” sınırlarının belirlendiği bir dünyada yaşadığımızın altı çiziliyor.

Fatih Akın’ın Yaşamın Kıyısında ve Kutluğ Ataman’ın Lola and Billy the Kid filmlerinden hatırlayacağımız Baki Davrak’ın rol aldığı Reverse’te ise basındaki kurgu anlayışından sinemaya doğru bir geçiş yapılmış. Video’da Davrak’ın kendi benliğine ait anılarla canlandırdığı rollerdeki benliklerin hatıralarını birbirine karıştırarak bir monolog biçiminde anlatışını izliyoruz.
Almanya’da yaşayan Türk kökenli bir aileden gelen Davrak oyunla gerçek hayatın, Almanya’lı olmakla Türklüğün, cinsel kimlik arayışlarının içinde kaybolup gitmiş çok kişilikli bir ruhun portresini çizerken kurgulanmış kişiliklerini gerçekmiş gibi yine başka bir kurgu içinde anlatıyor ve böyleceTvisopoulosgerçek ve temsil sorunsalının aslında iç içe geçmiş aynalar gibi sonsuza doğru uzandığını ve hatırlamanın aslında geçmişin her defasında yeniden inşasıolduğunu gösteren bir dil oluşturuyor.

Serginin son videosunda ise kimsenin kime ait olduğunu hatırlamadığı bir anıtın öyküsünü izliyoruz. Simgesel olarak politik gücün mutlakiyetinin ifadesi olarak görebileceğimiz anıtın kimse tarafından anımsanamaması ve çaresizce oradan oraya sürüklenmesi büyük söylemlerle bizlere ezberletilen tarihin gerçekte ne kadar kırılgan bir yapısı olduğunun ifadesi aslında. Türkler, Yunanlılar ve çeşitli ırklardan göçmenlerin tanıyamadığı ve tanımlayamadığı bu anıt , Tarihin temsilinin mutlakiyetinin ve biricikliğinin farklı kültürel kimlikler karşısında bir ütopyadan öteye gidemeyeceğini bizlere fısıldıyor.

Hiç yorum yok: